Amerika'nın geleceğini de belirliyor. İsrail'in attığı her adım sonunda Washington'un hanesine maliyet olarak yazılıyor. Bugün gelinen nokta şu: Amerika ya İsrail'i disipline edecek ya da kendi bütünlüğünü riske atacak.
İsrail'in Amerika üzerindeki etkisi uzun süredir tartışmasız. ABD, 2016–2026 dönemi için İsrail'e yıllık yaklaşık 3,8 milyar dolar askerî yardım taahhüt etti. Bu paket, İsrail'i dünyada kişi başına en fazla Amerikan yardımı alan ülke haline getirdi. Bu destek İsrail'in güvenliğini sağlarken aynı zamanda Washington'un hareket alanını da daraltıyor. Çünkü her yeni operasyonun faturası Amerika'ya dönüyor: diplomatik baskı, ekonomik dalgalanma, imaj kaybı.
Son dönemde yaşanan gelişmeler bu gerilimi daha da görünür kıldı. ABD'de bir siyasetçinin seçim kampanyasında boynundan vurulması, kamuoyunda sadece bireysel bir saldırı olarak değil, aynı zamanda Trump'a verilen bir "küresel mesaj" olarak tartışıldı. Bu olay, Washington'un iç dengelerinde bile kimin ipleri çekmeye çalıştığını gösteriyor.
Amerika için mesele artık net: Eğer Washington kontrolü geri almazsa, ulus-devlet refleksini yani eyaletler karşısında merkezi gücünü ve devlet bütünlüğünü koruma yetisini kaybedecek. Federal yapının zayıflaması, eyaletlerin (örneğin Teksas ve California) farklı politik çizgilere yönelmesi, uzun vadede "iç parçalanma" riskini büyütüyor.
Bu yüzden Amerika'nın İsrail'e yeni bir denge çizmesi şart. Bu dostluğu bitirmek değil, koruyarak dizginlemek anlamına gelir. Askerî yardımlar, teknoloji transferleri ve diplomatik destek devam edebilir ama bunlar koşullara bağlanmalıdır. Yani İsrail'e net mesaj verilmelidir:
"Ben seni ayakta tuttum, bundan sonra da benim kurallarıma uymak zorundasın."
Bu sırada dünya boş durmuyor. Çin, 2023'te küresel mal ticaretinin %15'inden fazlasını elinde tuttu, Kuşak-Yol Projesi'yle 150'den fazla ülkeyi ekonomik ağa dahil etti. Hindistan savunma bütçesini son 10 yılda iki katına çıkardı ve dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi haline geldi. Dünya artık tek patronlu değil. Amerika'nın kaba kuvvetle varlığını sürdürme dönemi bitti; sistem kurucu bir akla ihtiyaç var.
Türkiye ise bu denklemde özel bir yerde duruyor. NATO üyesi olarak Batı ittifakının parçası ama aynı zamanda İslam dünyasında vicdani bir liderlik rolü taşıyor. Filistin ve Kudüs konusunda ses çıkarması bekleniyor. Öte yandan Türkiye, 5 milyonun üzerinde mülteciyi barındırıyor, küresel çevrelerin dayattığı iklim anlaşmaları (örneğin Paris İklim Anlaşması) ve federatif çözüm önerileri (örneğin Suriye için öne sürülen federal model) ile karşı karşıya kalıyor. "Kürt sorunu" adı altında terörün meşrulaştırılması çabaları da ülkenin güvenliğini doğrudan tehdit ediyor. Ankara bu nedenle hem Batı'nın stratejik taleplerini hem İslam dünyasının vicdani beklentilerini sırtında taşıyor.
Amerika'nın önünde artık bir tercih değil, bir zorunluluk var. Ya İsrail'i disipline ederek ulus-devlet refleksini güçlendirecek ya da küreselcilerin oyuncağı (ulus-devletlerin zayıflatılmasını isteyen finans ve siyaset çevrelerinin etkisi) olup içeride çözülmeye başlayacak. Çin ve Hindistan yükseliyor, dünya çok merkezli bir döneme giriyor. Türkiye ise bu kırılmanın tam ortasında; hem Batı'nın dengelerinde hem İslam dünyasının vicdanında.
Amerika ya kendini toparlayacak ya da kendi içindeki dağılmanın seyircisi olacak.
ÇETİN AY